Cherreads

Chapter 51 - Bölüm 51: Efsanelerin Uyanışı

Gallant İmparatorluğu

Başkent Helios – İmparatorluk Sarayı

 Taht odasında zaman neredeyse durma noktasına gelmişti. Sarayın geniş kubbeli salonunda yankılanan adımlar bile, sanki kendilerini taşıyanın ne taşıdığını bilirmişçesine temkinli, ihtiyatlıydı. Duvarları süsleyen altın yaldızlı sancaklar, rüzgâr olmadıkça kıpırdamaz, dev sütunların arkasında sıralanmış muhafızlar sessizce gözlem yapardı. Ancak o sabah... bu ihtişamlı saray, bir huzursuzluğu soluyordu.

Tahtta oturan İmparator Rhaelion Ren Gallant, her zamanki soğukkanlı görünüşüne rağmen içinde büyüyen dikenli bir kaygıyı bastırmakta güçlük çekiyordu. Kollarını tahtın geniş kolçaklarına dayamış, sağ elini çenesine yaslamış bir şekilde, gözleri tahtın hemen önündeki üç kişiye çevrilmişti.

İkisi diz çöküyordu. Kirli kıyafetlerine rağmen sanki yıkanmamış bir zenginlik taşır gibi, ikisi de korkularını bastırmaya çalışıyor, ancak titreyen omuzları ihanet ediyordu. Başlarını kaldıramıyorlardı.

Önlerinde ise...

Bir taş.

Hayır, bir yumurta.

Ama ne tür bir canlının yumurtası olabilirdi bu?

Yaklaşık bir metre uzunluğunda, yüzeyi mor ile yeşilin arasında parlayan bir deriyle kaplıydı. Ancak bu deri pürüzsüz değil, pullarla kaplıydı. Pullar ışıkla birlikte titrek bir ışıltı yayıyor, tıpkı gökyüzündeki yıldızlar gibi birbirine çarpıp ayrılıyordu. Her bakışta şekil değiştiriyor, her yaklaşmada başka bir tehdit fısıldıyordu.

İmparatorun en sadık danışmanlarından biri olan Saray Başbüyücüsü Lerain, yumurtayı getiren bu iki avcının ilk iddiasını hatırlıyordu: Wyvern yumurtası. Dağların tepesinde avlanırken rastladıklarını, fırsatı değerlendirdiklerini söylemişlerdi. Ama taş buraya getirildiği andan itibaren odadaki hava değişmişti.

Lerain, sarayda yetişmiş bir büyücüydü, beyaz kulelerin idealist disipliniyle değil, hanedan sadakatiyle yoğrulmuştu. Ve o bile, bu taşın huzur bozucu bir ağırlık taşıdığını hissedebiliyordu.

"Bu... sıradan bir yaratığın yumurtası değil," demişti önce.

Sonra büyüyle incelemiş, yüzü bembeyaz kesilerek imparatorun önüne çıkmıştı.

"Majesteleri, bu bir ejderha yumurtası olabilir. Bir... gerçek ejderha."

Bu kelimeler taht odasında öyle bir ağırlık oluşturmuştu ki, birkaç saniye boyunca kimse konuşamamıştı. Ejderhalar hakkında pek çok söylenti, mit ve uydurma hikâye vardı, ama hiçbiri bugüne kadar bu kadar fiziksel, bu kadar gerçek olmamıştı.

İmparator Rhaelion o an hiçbir şey dememişti. Yalnızca başını çevirmiş ve tek bir emir vermişti:

"Beyaz Büyü Kulesi'nden Ogmios'u çağırın."

Ve şimdi, o beklenen an gelmişti.

Kapılar ağır ağır açıldı.

"Majesteleri, Beyaz Büyü Kulesi Üstadı, Yüce Büyücü Ogmios Urma Aslevian, çağrınız üzerine teşrif etti."

"Gelsin," dedi imparator, sesi ölçülüydü ama içindeki telaşı gizleyemeyecek kadar aceleci.

Ogmios, gri cüppesi ve beyaz asasına yaslanan görüntüsüyle taht odasına girdi. Ama yaşlı bir adamdan çok, doğanın kendisinden kopmuş bir kudreti andırıyordu. Gözleri yumurtaya takıldığı anda bedeni gerildi. Hatta birkaç adım sonra tamamen durdu.

Diz çöken adamlara ya da imparatora değil, doğrudan taşa, o pullu, mor-yeşil yumurtaya odaklanmıştı.

Ve sonra... sanki bir şey hatırlamış gibi nefesi kesildi ve gözleri büyüdü.

İçinde büyüyen dehşet, bir anda soğuk bir gerçeklik gibi yüzüne indi.

Bu güç... bu aura... bu baskı...

"Majesteleri..." diye başladı, sesi daha alçaktı ama içinde taşıdığı korku açıkça hissediliyordu. "Bu... efsanelerde bile anlatılmayan bir tabuyu ihlal ettiniz. Eğer onlar bunu duyarsa... Gallant'ın güneşi batabilir."

Gözleri kısıldı. Adımlarını hızlandırdı ve yumurtanın önüne geldi. Ne selam verdi ne protokol umursadı. Asasını büyü yardımıyla havada süzülmeye bıraktı.

"Bu... Bu bir ejderha yumurtası."

Salonun içi bu cümleyle birlikte bir anlığına sessizliğe gömüldü.

Ogmios devam etti:

"Derhal bu yumurtayı ait olduğu yere teslim etmeliyiz. Yumurtanın yaydığı mana, tanıdık hiçbir yapıya ait değil. Saf, kadim, ilahi... Bu dünyaya ait değilmiş gibi. Tarikat bunu hissetmekte gecikmez. Eğer öğrenirlerse ne ben ne Argus ne de saray muhafızlarınız bu imparatorluğu koruyabilir. Bu taşın varlığı, imparatorluğun sonunu getirebilir."

Bir an sustu. Bakışlarını yumurtanın arkasındaki iki diz çöken adama çevirdi.

"Bu yumurtayı onlar getirdi değil mi?"

İmparator başını salladı.

"Belki..." dedi Ogmios, sesi daha ağırlaşmıştı, "belki şanslıysak, Tarikat bunun sorumluluğunu yalnızca bu iki hırsıza yükler. Ama Gallant arşivlerinde yazanlar doğruysa, bu sefer bizi bağışlamayabilirler."

İmparator ilk defa öne doğru eğildi.

"Tarikat mı?" dedi, kaşları çatıldı. "Nedir bu Tarikat? Ve... Ejderhaların… gerçekten var olduklarından emin misin?"

Ogmios başını yavaşça çevirdi.

"Majesteleri... Tarikat, ölümlü ırkların Ejderhaları rahatsız etmesini engellemek için binlerce yıl önce kurulmuş bir topluluktur. Adına ise Ejderha Tarikatı deniyor, ama bir inanç grubu değil bunlar. Onlar, ejderhaların iradesinin temsilcileri. Sadece hizmet etmekle kalmazlar, gerektiğinde onlar adına hareket ederler. Onlar hakkında çok az şey bilinir, ancak bir şeyden eminim; Tarikatın gazabı geldiğinde, tüm imparatorluk yanar."

Taht odasının loş ışığında sessizlik hâkimdi. Ogmios'un sözleri, saraydaki herkesin üzerine soğuk bir tül gibi serilmişti. İmparator Rhaelion, yerinden kıpırdamadan taşın- hayır, yumurtanın ışıltılarına bakıyordu. Sessizliğin içinde yalnızca sarayın ağır taş duvarlarına çarpan düşünceler yankılanıyordu.

Zaten yeterince sorun vardı. Aries denen şeytanın ve kara elf ordusunun katliamları ve yağmaları sonucu güney batı topraklarındaki nüfusun büyük bir çoğunluğu merkez ve kuzey topraklarına göç ederek büyük bir mülteci krizi çıkardı. Bu da yetmezmiş gibi komşu krallıklar her an savaş ilan edebilirdi.

İsyanlar, hazinenin hızla boşalması, Elnar duvarında sorunlar olması, imparatorluğun askeri gücünün tüm bu sorunlarla uğraşmaya yetecek yeterli aktif askeri olmaması… Tüm bu sorunlar yetmezmiş gibi bir de şimdi efsanelerde söz edilen ejderhalar çıkmıştı ortaya.

Sonunda, İmparator konuştu:

"Bu kadar büyük bir tehdidin imparatorluğumun kalbine kadar ulaşmış olması... akıl alır gibi değil. Ve bu... tarikat. Ejderhaların yeryüzündeki sesi... Onlara bir hata yaptığımızda ne olacağını hayal bile edemiyorum. Ogmios, derhal hazırla kendini. Yumurtayı sen teslim edeceksin."

Ogmios başını salladı. "Majesteleri, emrinizi memnuniyetle yerine getireceğim. En sadık muhafızlarınızdan oluşan küçük, dikkat çekmeyen bir birlik yeterli olur. Zaten onların gözü, biz daha oraya varmadan üzerimizde olacaktır."

İmparator iç geçirdi. "Argus bu durumdan haberdar edilmeyecek. O şimdilik Cadia cephesine odaklanmalı. En ufak hatada tüm güney arazilerimizi kaybedebiliriz."

"Nasıl buyurursanız, majesteleri" dedi Ogmios. "Argus'un kontrol takıntısı yüzünden dikkatini Cadia'dan ayırıp buraya ayırması sorun olur. Ayrıca tarikat ile diplomatik bir felakete yol açabilir."

Tam o anda, taşın hemen arkasında diz çökmüş olan adamlardan biri, başını kaldırarak konuştu. Sesi boğuktu, çatallanmıştı.

"Majesteleri, biz... biz sadece para kazanmak istedik. O şeyin ne olduğunu bilmiyorduk. Ne olduğunu bilseydik, asla-"

"Kesin sesinizi!" diye bağırdı muhafızlardan biri ve kılıcını adamın boğazına bastırdı.

Ogmios ise bir an gözlerini yumdu. "Majesteleri, Tarikat bu adamların akıbetini soracak. Yumurtanın nasıl alındığını öğrenmek isteyecekler. Öldürülmeleri... bazı şüphelerin üzerimize kalmasına neden olabilir."

İmparator kaşlarını çattı. "Onları da götür. Ama dönüş garantin yok, kendine dikkat et ve hayatta kalmak önceliğin olsun. Sen olmadan imparatorluk büyük bedeller ödemek zorunda kalır. Eğer işler umduğun gibi gitmezse sadece kaç."

Ogmios başını eğerek kabul etti.

 

***

 

Bir saat sonra, Beyaz Büyü Kulesi'nin taş duvarları bir kez daha Ogmios'un ağır adımlarıyla yankılanıyordu. Onun ellerinde taşıdığı yük, yalnızca fiziksel değil; çağların sırtına bindirdiği bir karanlığın yansımasıydı. Ejderha yumurtası, rünlerle mühürlenmiş büyülü ketenlere sarılmış haldeydi.

Bu örtü, sadece saklama aracı değil, aynı zamanda kadim bir yemin taşıyordu. Bu rünler ise antik elf parşömenlerinde gördüğü ve açıkçası tam olarak ne işe yaradığını anlayamadığı ejderhalara özgü olan unutulmuş bir büyü diliydi.

Ogmios, güvenilir birkaç muhafız eşliğinde kuleyi terk etmeye hazırlanırken bir anlığına duraksadı. Rona... Genç kız çoktan yola çıkmıştı. Belki de böylesi daha iyiydi. Onun bu tehlikeli görevin içine karışmasına gönlü razı değildi. Bu yük, yalnızca kendisinin omuzlayabileceği kadar ağırdı.

Ejderhalar... Ogmios'un kalbi, o an yeniden hayal kırıklığıyla sarsıldı.

Bu dünya...

Bu lanetli kıta...

İnsanlık için hiçbir zaman adil olmamıştı.

Bilinen her ırk, insanoğlundan hem fiziksel hem zihinsel olarak üstündü. Elfler binlerce yıllık ömürleriyle hem yaşamın zarafetinde hem savaşın kaosunda ustalaşmışlardı. Her alanda insanlardan daha tecrübeli ve üstündüler.

Psiforrlar ise komşu bir ülkenin efsanevi varlıklarıydı, adeta büyünün ilahi sahipleriydi. Onlarla kıyaslanmak yalnızca bir gaf, şakadan ibaret olurdu. Orklar bile... o kaba, ilkel yaratıklar... aura hakimiyetlerinde ve doğuştan gelen dayanıklılıklarında insanları kolayca gölgede bırakıyorlardı.

Ve şimdi, sahneye ejderhalar inmişti. Hayır... Ejderhaların kendisi bile değil.

Sadece onlara hizmet eden ölümlü yarı ejderlerdi.

Adil değildi. Varoluşları, yaratılışları hiçbiri adil değildi.

İnsanlığın elindeki tek koz, sayıydı. Nüfus olarak en kalabalık ırktı.

Evet, insanlar zekiydi. Uyum kabiliyeti yüksekti. Potansiyeli ise teoride sonsuzdu.

Ama o potansiyel hiçbir zaman yeterli olmuyordu. Hep geride kalıyorlardı. Ve Ogmios buna razı değildi. Hiçbir zaman da olmayacaktı.

İnsanlığın kurtuluşu için yalnızca büyü gücü yeterli değildi.

Daha farklı bir güç gerekiyordu. Bunun için de bilgi gerekiyordu.

Ve tüm bu güç ve bilgiyi elde edebilecek bir irade. Yıkıcı bile olsa sarsılmaz bir irade gerekiyordu.

İmparatorluk güçlenmeli, insanlık kıtadaki diğer ırkların üzerinde mutlak otoritesini kurmalıydı. Başka bir yol yoktu. Ogmios, kendisine yöneltilen tüm suçlamaları kabul edebilirdi: Etik dışı, acımasız, karanlık... Bunlar önemli değildi.

Çünkü insanlığın yıkımı söz konusu olduğunda, ahlak susmalıydı.

Ejderha Tarikatı'nın varlığı bile bu gerçeğin bir kanıtıydı. Ejderhalar, bir zamanlar yalnızca kadim metinlerin unutulmuş satırlarında fısıldanan birer söylentiydi. Şimdi ise, etten ve kemikten bir tehdit olarak karşısında duruyorlardı. Ve Ogmios, bu tehdit karşısında ne yapılacağını bilemiyordu. Çünkü insanlık yine hazırlıksızdı. Yine zayıftı.

Bir ejderhadan korkmak anlaşılırdı. Ama yalnızca bir ejderhaya tapan ölümlüler bile, bu kadar güçlü olabiliyorsa...

İnsanlık gerçekten uçurumun kenarındaydı.

Ogmios, gözlerini yumurtaya dikti. Onun içinde ne vardı? Ne kadar büyüktü? Hangi eski kanı taşıyordu?

Cevapları bilmiyordu. Ama bildiği bir şey vardı ki, o da kaderin yönü değişmeliydi.

İnsanlık, yalnızca var olmakla kalmamalıydı.

Hükmetmeliydi. Bunun için de güçlü olmalıydı.

Adımlarını kararlılıkla attı. Muhafızlarına ve yumurtaya son kez baktı. Ellerini kaldırdı, havada karmaşık bir büyü çemberi çizmeye başladı. Rünler bir bir havada parladı. Bu, sarayın kuzey kapısına açılan kısa mesafeli bir ışınlanma noktasıydı. Işınlanma büyüsü oldukça zordu ve çok mana tüketiyordu.

Ayrıca yalnızca kısa mesafelerde işe yarıyordu. Üstüne böylesine hassas bir nesneyle beraber ışınlanmakta tehlikeliydi. Ama Ogmios, zaman kaybetmeyi göze alamazdı.

Çember tamamlandığında ışık huzmesi bir anlığına parladı.

Ve grup, başkentin soğuk taş zemininden bir anda kaybolarak, uzak bir noktaya adım attı.

 

***

 

Aynı saatlerde, Elnar sınırındaki karlarla örtülü küçük Orlaff köyünde yeni bir gün uyanıyordu. Güneşin ilk solgun ışıkları, evlerin çatılarındaki donmuş kırağıyı usulca aydınlatırken, içerideki sıcaklığa henüz ulaşamamıştı. Köy, sabah sessizliğiyle çevriliydi; yalnızca odun yakan birkaç bacadan çıkan dumanlar, uykuda bile hayatın sürdüğünü fısıldar gibiydi. Bu beyaz örtünün altında, yeni bir hikâyenin damarları atmaya başlamıştı.

Yves, gözkapaklarının ardında gün ışığını hissettiğinde, uykunun tatlı ağırlığına rağmen gözlerini açtı. Hâlâ sessizce uyuyan Reyna'ya göz gezdirdi; küçük kız, Aries'in pelerinine sarılı hâlde, huzurlu ve derin bir uykunun içindeydi. Reyna'nın yüzündeki ifade o kadar sakindi ki, genç kız istemsizce gülümsedi. Üzerine basit bir elbise geçirip saçlarını kabaca ördü, elleriyle gözlerini ovuşturduktan sonra evin içinde sessizce hareket etmeye başladı. İçerisi hâlâ soğuktu; duvardaki fırının ateşi sönmeye yüz tutmuştu. Köşedeki ocaktaki közlere yeni odunlar attı, yavaş yavaş alevin tekrar canlanmasını sağladı. Sonra ahıra göz attı; sabahın bu saatinde süt sağmak için gitmeyi planlıyordu ama annesinin kendisinden önce davranmış olduğunu gördü. Bu yüzden süt kovası yerinde duruyordu, temizdi.

Yves, sessizce giyinip dışarıya çıktı. Evin arkasındaki küçük ağılın yanına giderek hayvanlara yem verdi. Her gün yaptığı gibi, elleri alışkanlıkla hareket ediyor, zihniyse bir yandan gece yaşananları ve Aries'i düşünüyordu. Genç adamın söyledikleri, babasının yüzündeki o garip hüzün... Hepsi kafasında birbirine karışmıştı. Tam her şeyin yerli yerine oturmaya başladığını hissederken, köyde alışılmadık bir telaşın yükseldiğini fark etti. İnsanlar sokaklarda daha hızlı yürüyordu. Konuşmalar fısıltıdan bir kademe yüksek ama gergindi.

Bir süre sonra Ascart eve döndü. Kapıyı sertçe kapatmadan, soğuk havayı arkasında bırakarak içeri girdi. Yorgun ama kararlıydı. Gözlerinde tanıdık bir huzursuzluk vardı. Üstünü değiştirmeden doğrudan kızına döndü ve olanları kısa ama açıklayıcı bir şekilde anlattı. İmparatorluk ordusu köye ulaşmıştı. Askerler, Elnar'a ilerlerken bu geceyi köyün yakınlarında kamp kurarak geçireceklerdi. Tedariklerini yenilemek için köylülerden yiyecek, yakacak ve bazı diğer malzemeleri talep ediyorlardı.

Ascart'ın sözleri Yves'in içinde ağır bir taş gibi yer etti. Bu zamanlama tesadüf olabilir miydi? Aries'in gelişinden yalnızca birkaç gün sonra, imparatorluk askerleri de bu köye ulaşmıştı. Dışarıdan sıradan bir hareket gibi görünse de genç kızın içgüdüleri alarma geçmişti. Babası, işleri olduğu için ormana gitmeden önce onu tembihledi: "Aries'e haber ver. Ne olur ne olmaz, hazırlıklı olmalı."

Yves, o anın ağırlığını taşıyarak başıyla onay verdi. Babasının ardından kısa süre bekledi, sonra hiç zaman kaybetmeden, genç adamın odasına yöneldi. Parmak uçlarında sessizce ilerledi. Kapının önünde bir an durdu, kalbinin ritmini bastırmak istercesine derin bir nefes aldı. Elini kaldırıp hafifçe tıklattı. Ardından kapıyı aralayıp başını içeri uzattı.

"Bay Aries?" diye fısıldadı, kapının aralığından başını usulca uzatarak. Sesi neredeyse rüzgârın arasında kaybolacak kadar yumuşaktı. Yanağında anında beliren utangaç kızarıklık, hâlâ gençliğini üzerinden atamamış bir kızın kalp atışlarını yansıtıyordu. Babasından duyduğu şeyler, Aries'e olan bakışını değiştirmişti.

O gece, canavarlar köyü bastığında yaptığı kahramanlık... Ve en önemlisi, onun bir imparatorluk soylusu olmadığını, hatta aksine kuzeyli bir yabancı olduğunu öğrenmesi—Yves'in, bu sessiz adamın ardındaki gölgeli geçmişe karşı daha samimi bir merak ve saygı duymasına neden olmuştu.

Aslında birkaç gün önce, yemek masasındaki sade sohbetlerden birinde Aries ona ismiyle hitap edebileceğini söylemişti. Ama bu düşünce, Yves'in diline dolanmayan bir cümle gibi içten içe onu sıkıştırıyordu. İsmiyle hitap etmek, bir yabancıya karşı kurulmuş mesafeyi aşmak demekti.

 Hele ki o kişi, mor gözlü bir yabancıysa… Renoire Hanedanı'nın son varisi olduğuna dair o ihtimal kafasını kurcalıyordu. Babası, Aries'in kimliğini çoktan kavramış gibiydi, ama Yves'in zihninde hâlâ her şey bir sis perdesinin ardındaydı. Eğer iddialar doğruysa bile, bu gerçek şimdilik gizli kalmalıydı. Zira kelimeler, bazen kılıçlardan daha tehlikeliydi.

"Uyanık mısınız?" diye sordu yine, bu kez biraz daha net bir tonda. Yanaklarındaki kızarıklığı yok saymaya çalışarak.

İçeriden gelen boğuk bir homurtu, genç adamın hâlâ uykuda olduğunu işaret ediyordu. Sessizlik kısa süreliğine geri döndü. Yves, ellerini cübbesinin iki yanına sıkıştırmış, kapının eşiğinde beklemeye devam etti. Aries'in geçirdiği yoğun birkaç günün yorgunluğunu düşününce, bu sessizlik ona normal görünmeye başlamıştı.

Aries'in büyüyle ördüğü o duvar, dışarıdan bakıldığında oldukça basit bir yapıya benziyordu. Ancak işin aslı bambaşkaydı. Saf mana ile çalışan bir yapıydı bu; sıradan büyücüler için ulaşılmaz, neredeyse dokunulamaz bir kaynak. Saf manayı manipüle etmek, yalnızca en üst düzey büyücülerin erişebileceği bir marifetti. Aries, 9 halkalı bir büyücü olarak bunu başarabiliyordu. Fakat yetenek ne kadar büyük olursa olsun, denge yine de bir bedel isterdi. Odaklanma ve kontrol konusunda bazı eksiklikleri vardı belki, ama bunu olağanüstü mana rezerviyle dengeliyordu.

Yine de... böyle bir büyü, bedenini ve zihnini zorlamıştı. Gerektiğinden fazla mana tüketmiş, neredeyse tükenme noktasına gelmişti. Bu birkaç günlük uykusu, yalnızca bir dinlenme değil, ruhsal bir toparlanma, sessiz bir yeniden doğuştu.

Kapının aralığından içeri sızan sabah ışığı, odadaki gölgeleri hafifçe silerken içeriden gelen derin bir nefes sesi duyuldu. Hemen ardından, karanlığın içinden yavaşça bir siluet belirdi. Aries, kapıda durmuştu. ''Ne oldu?'' diye sordu kayıtsızca.

Üzerinde sadece ince beyaz bir tunik vardı, saçları dağınıktı ama yüzünde alışıldık bir dinginlik vardı. Solgun ama uyanıktı. Ve gözleri… o mor gözler, sabah ışığında bile derin bir kararlılıkla parlıyordu.

Yves, bu kez bakışlarını kaçırmadan konuştu. Sözleri açık, sesi netti.

"Birileri köye geldi. Köy şefiyle konuştular. İmparatorluk ordusundanlarmış. Elnar'a ilerliyorlarmış. Bu geceyi burada, köyün yakınında kamp kurarak geçireceklermiş. Köyden yiyecek ve yakacak satın almak istiyorlar."

Aries'in yüz ifadesi değişmedi. Ne bir kaş kıpırdadı ne de bir dudak seğirdi. Ancak gözlerindeki ton, bir anlığına da olsa değişti. O morun derinliğinde karanlık bir dalga geçti; sessiz, ağır ve eski bir öfkeyi taşıyan.

 

 

More Chapters