Cherreads

Chapter 48 - Bölüm 48 - Kaybolmuş Bir Soyun Hatırası

Yves'in dudaklarından dökülen o soru, odadaki havayı bir anda ağırlaştırmıştı. Gözlerinde, yaşının çok ötesinde bir ciddiyet parlıyordu. Aries, yüzünde gittikçe belirginleşen bir kızarıklığın sıcaklığını hissederek gözlerini kaçırdı. Lenore'dan sonra, ilk kez bir kadının varlığı bu kadar yakınına dokunuyordu.

 Elbette Liraz ve Fenrin ile çıktıkları uzun yolculuklar boyunca, soğuk kış gecelerinde birbirlerine sokularak uyudukları olmuştu; çoğu zaman Liraz'ın sıcak bedenine sarılmış, sabaha dek birbirlerine dolanmışlardı.

Liraz, güzelliği ve asil duruşuyla dikkat çekici bir kara elf kadını olmasına rağmen, Aries'in gözünde hep bir kardeş olmuştu. İntikamla kararmış bir ruhun içinde, kadın ya da erkek ayrımı yapmadan tüm duygularını boğmuştu.

Kendini toparlamak istercesine hafifçe boğazını temizledi ve ciddi bir ifadeyle kıza sordu:

"Bu soruyu neden sordun?"

Yves, sanki kendi dünyasında yaşıyormuş gibi, yoğun ve tutkuyla dolu bir sesle konuştu:

"Dinleyin lordum. Mor gözler yalnızca tek bir hanedanın kutsal soyundan gelenlerde bulunur. O hanedan, bizim diz çöktüğümüz ve ilelebet sadık kalmaya ant içtiğimiz hanedir. Ve kaderin cilvesi ki... ben doğmadan çok önce, o hanedan tamamen yok edildi."

Kısa bir duraksama yaşandı; genç kızın gözlerinde inancın saf alevi titreşiyordu.

"Şimdi size soruyorum: Hiçbir insanın doğuştan sahip olamayacağı ve yalnızca o kutsal soydan gelenlerde görülen bu gözlere sahip olmanız... size de garip gelmiyor mu?"

Ancak tam o anda, Yves'in annesi panikle ileri atıldı, kızının kolunu kavrayarak onu geri çekti. Kadının yüzü korkudan bembeyaz kesilmişti, sesi neredeyse yalvarır gibiydi:

"Yves! Ne yapıyorsun sen?!"

Ardından Aries'e dönerek diz çöktü, titrek bir sesle konuştu:

"Lordum, lütfen bağışlayın... O daha gençtir... Çok kitap okur, kafası efsanelerle doludur... Biz her zaman imparatora sadık kaldık. Hiçbir zaman karşı gelmedik!"

Yves de hemen annesinin yanına diz çökmüş, başını yere eğmişti.

İkisinin bu hâli Aries'in içinde bir kıvılcım yaktı.

İmparatorluğun topraklarında başka bir hanedana bağlılık göstermek, en ağır suçlardan biriydi; böyle bir itiraf idamı kaçınılmaz kılardı.

Ve şimdi, bu iki kadın, yalnızca kalplerinin sesine uydukları için, yaşamlarını tehlikeye atmışlardı.

Aries'in içinde bir sıcaklık yayıldı.

Bu insanlar... hâlâ, bunca yıl ve zulümden sonra bile, Renoire Hanedanlığı'na sadıklardı.

Küllerinden doğmaya çalışan bir umut parıltısı gibiydiler.

Fakat bir yandan da içi öfkeyle doldu.

Bu korku, bu boyun eğiş... İmparatorluğun, halkına reva gördüğü zulmün bir diğer yüzüydü.

İçindeki mana, hissettiklerine paralel olarak istemsizce dalgalandı.

Odadaki hava bir anda ağırlaştı; sıcaklık yerini görünmez bir baskıya bıraktı.

Kadın, kızı ve hatta küçük Reyna bile ürpererek bir adım gerilediler.

İşte o anda, kapı gıcırdayarak açıldı.

Evin sahibi, iri yapılı bir adam, içeri girdiğinde karşısında karısının ve kızının, yabancı bir adamın önünde diz çökmüş hâlini görünce kaşları çatıldı.

Ancak karısının zekasına güveniyordu; böyle bir davranışın ardında mutlaka ciddi bir sebep olmalıydı.

Aries, oluşan gerginliği fark ederek hemen devreye girdi.

Sesi, bir bıçak gibi kesin ve sakin çıktı:

"Lütfen kalkın. Size söyledim, ben bir soylu değilim. Hele imparatorluğun asilzadesi hiç değilim. İmparatorluk benim düşmanımdır. Çekinmenize gerek yok."

Kadın ve kız, tereddütle ayağa kalktılar; ama yüzlerindeki şüphe ve korku henüz silinmemişti.

Yves, titrek bir sesle konuştu, sanki sözleri ağzından sökülerek çıkıyordu:

"Saygısızlığım için affedin lordum... Ben... çok kitap okurum. Bir tanesin de Renoire Krallığı'ndan söz ediliyordu... Kraliçe Thelania von Renoire ve onun kutsal soyundan gelenlerin ametist mor gözlere sahip olduğu... bu gözlerin ankanın gözleri olduğu anlatılıyordu... Ben... ben imparatorluğa sadığım. Lütfen ailemi cezalandırmayın..."

Adam, karısının ve kızının başlarına açılan tehlikeyi kavramıştı.

Kızı Yves yine istemeden fazla konuşmuştu.

Ve şimdi karşılarında kim olduğu tam olarak bilinmeyen biri vardı.

Ancak Aries'in bakışlarında bir tehdit görmüyordu.

Daha adam diz çökmeye hazırlanıyordu ki, Aries elini kaldırarak onu durdurdu.

Sakin ve kararlı bir sesle konuştu:

"Dinleyin. Ben asil ya da lord değilim. İmparatorluk piçlerinin uşağı da değilim. Bu topraklar da doğdum ben. Biraz zenginim belki, ama bir lord değilim. Anlaşılan burada beraber rahat edemeyeceğiz. Şimdi Reyna ile ayrılacağız. Sikkeler sizde kalabilir."

Bu sözlerin ardından dönmeye hazırlanıyordu ki, şimdiye kadar sessiz kalan Reyna'nın yumuşak sesi duyuldu.

Küçük kız, pelerinin ucunu tutarak ona bakıyordu:

"Baba... hava kararıyor. Nereye gideceğiz? Uykum geldi... Lütfen baba... bunlar iyi insanlar. Yarına kadar burada kalalım."

Aries bir an duraksadı. Reyna'nın ona bu kadar doğal bir şekilde baba demesi garip bir şekilde samimiydi.

Reyna'nın masum gözleri, karanlık geçmişini ve taş kesilmiş kalbini delip geçen nadir şeylerden biriydi.

O anda, ev sahibi adam, Ascart, ağır bir adım atarak öne çıktı.

Sakin ve ağırbaşlı bir şekilde konuştu:

"Bayım," dedi.

"Ailemin kusuruna bakmayın. Ben Ascart. Doğma büyüme Elnar'lıyım. Beş yıl önce karım ve kızımla bu köye yerleştim. Anlaşılan mülteci değilsiniz. Ayrıca... karıma oldukça cömert bir ödeme yapmışsınız. Lütfen, rahatınıza bakın. Bu gece burada kalın. İsterseniz birkaç gün de misafirimiz olun."

Ascart, Aries'in önünde hafifçe başını eğdi.

Yüzündeki gerginlik azalmış, yerini içten bir saygıya bırakmıştı.

Artık ortamda ölümün kokusu değil, insanlığın sıcaklığı hakimdi.

Ve Aries, derin bir iç çekişle, kalmaya razı oldu.

Ascart, Aries'in yanına oturmuştu. Gövdesinden yayılan o ağır, yıpranmış adam sıcaklığıyla, bir dostluğun ilk tohumlarını atmak ister gibiydi. İkili, ateşin titrek ışığı altında, birbirine yabancı ama kalplerinin en derinlerinde aynı kırık geçmişi paylaşır halde oturuyordu. Öte yanda Yves ve annesi, mutfakta yemek hazırlıklarıyla meşguldü. Küçük Reyna ise, Aries'in dizlerine sokulmuş, sıcaklığın ve güvenin içinde tatlı bir uykuya dalmıştı. O an, dünyanın bütün karmaşası sanki dışarıda kalmıştı; yalnızca ateşin çıtırtısı ve içlerinde büyüyen o sessiz anlayış kalmıştı.

Kısa bir sessizlikten sonra, Ascart, Aries'e döndü ve merakla sordu:

"Nerelisiniz bayım? Bu topraklarda doğduğunuzu söylemiştiniz, değil mi?"

Aries bir an tereddüt etti.

İçinde, geçmişinin hayaletlerine dokunmaktan korkan o eski yaralı çocuk tekrar uyanmıştı.

Yine de sonunda, sessiz bir nefes eşliğinde konuştu:

"Bu... Ben Renoire'de doğdum.

Ama daha çocukken, imparatorluğun istilasından kaçırıldım.

Güneye götürüldüm.

Hayatımın büyük kısmı sıcak topraklarda geçti.

Bu yüzden kendime hâlâ kuzeyli diyebilir miyim... emin değilim."

Sözleri kar gibi yere düşerken, bakışları boşluğa kaydı.

Ama omzunda hissettiği o nasırlı, sıcacık el, zihnindeki fırtınayı bir anlığına dindirdi.

Ascart, ağır ve içten bir sesle konuştu:

"Sen bizden birisin. Kuzey... kendinden olana sırtını dönmez.

Renoire şehrinden sağ kurtulan çok az kişi var.

Kendini şanslı say evlat...

Eğer ailen seni kaçırmasaydı, şimdi burada konuşuyor olmazdık."

Adam gülümseyerek kemerinden kaba, ahşap bir bardak çıkardı ve içi dolu olanını Aries'e uzattı.

"Bu, kendi damıttığım içki.

Tadı pek matah sayılmaz ama... başka da bir şeyimiz yok."

Aries, bardağı minnetle kabul etti.

İki adam, bardağın kenarlarını birbirine vurarak sessiz bir kadeh tokuşturdu.

Ve ardından başlarına diktikleri o sert içki, boğazlarında bir kor gibi aktı.

Aries, ilk anda boğazını yakan alkolün şiddetine rağmen yüzünü buruşturmadı.

Sıcaklık içini sarmalarken, bir anlığına içindeki buzlar çözülüyormuş gibi hissetti.

Sohbetleri havadan sudan ilerledi ve birkaç bardaktan sonra Ascart kahkahalarla konuştu:

"İyi içicisin doğrusu!

Tadı berbat olmasına rağmen bu kadar sert içkiye dayanabildin ha, şaşırttın beni!"

Aries hafifçe gülümsedi.

Alkolün getirdiği o tatlı ağırlık yüzüne vurmuş, yanaklarını hafifçe kızartmıştı.

Sıcaklık ve sohbetin doğallığı, buzdan ördüğü yalnızlık zırhını kısa bir süreliğine eritmişti.

"Bu daha hiçbir şey..." diye homurdandı Aries.

Kadehini bir kez daha boşaltırken gözlerini hafifçe kıstı. Fenrin ile hafta bir kaç kere pek çok şişe devirirlerdi.

Sonra konuyu değiştirdi:

"Hey, söylesene... şu canavarlar da neyin nesi?

Elnar duvarı mı yıkıldı?"

"Hahaha daha neler! Tanrılar bile kraliçe Thelania'nın yaptırdığı o duvarı yıkamaz evlat," dedi gülümseyerek.

Ancak ses tonu aniden karardı.

"Fakat... duyduğuma göre, duvarın güneyinde küçük bir gedik açılmış.

Ve inanması zor ama, bu gedik dıştan değil... içeriden açılmış."

Bir süre başını salladı, yüzünde acı bir ifadenin izleri belirdi.

"Orkların işi değil.

Orklar bin yıldır o duvarın arkasında kıstırılmış durumda.

Gedik açabilecek olsalardı, şimdiye kadar yaparlardı."

Aries, dudaklarını büzerek düşüncelere daldı.

Bu bilgi, aklındaki taşları yerinden oynatmıştı.

"İmparatorluk... duvarı tamir etmedi mi?

Ya da duvardan kaçan canavarları temizlemek için asker göndermedi mi?" diye sordu şüpheyle.

Ascart acı bir gülümsemeyle kadehini tekrar doldurdu.

"Hah, imparatorluk mu?

O şerefsizler kuzeye ne zaman el uzattı ki şimdi yardım edecekler?

Elnar'ın lordu kendi imkanlarıyla uğraşıyor.

Ancak lordun çoğu askeri duvarı korumakla meşgul.

İçeri sızan canavarları kovalamaya asker kalmıyor."

İçini çekerek başını salladı.

"Yine de ellerinden geleni yapıyorlar.

Arada birkaç tanesi kaçıyor...

Onları da bizim gibi köylüler, ya da gezgin savaşçılar, vemaceracılar avlıyor.

Bu sıralar dua etmekten başka bir şey yapamaz hale geldik.

Her gece yatarken, sabah uyanmayı umuyoruz yalnızca."

Ateşin titrek ışığında, adamın yüzü eskimiş bir heykel gibi duruyordu.

İçkiye batmış acı bir hayatın, sessiz ama dirençli bir ifadesi.

Aries bir süre sessiz kaldı.

Sonra, Ascart bardakları bir kez daha tokuşturdu, yüzünde daha derin bir merakla:

"Şimdi de gelelim asıl meseleye," dedi sesi alçalarak.

"Kızım sana çoktan sormuştur...

Oldukça meraklı bir kızdır, başını hep belaya sokar.

Ama kızımın haklı olduğu bir konu var. O gözler... mor gözler..."

Ascart burada durdu.

Bir süre Aries'e bakarak, kelimeleri dikkatle seçer gibi sustu.

Sonra masasının altından kısa ama sağlam bir balta çıkararak ağır bir hareketle masanın üzerine bıraktı.

Baltanın sapını kavrayan eli, tehditkâr değil ama hazırdı.

Her ihtimale karşı, bir savunma içgüdüsüydü bu.

Sesi ağır ve sarsılmaz bir kararlılıkla yankılandı:

"Söyle bana evlat.

Sen... kimsin?"

Ateşin hışırtısı dışında odada tam bir sessizlik hâkim oldu.

Aries, balta tehdidini daha Ascart elini baltaya götürmeden önce sezmişti.

Ancak adamın gözlerinde saldırganlık değil, onurlu bir korkunun titrek yansımaları vardı.

Bu bir tehdit değil; bir halkın, yıkılmış bir soyun son izlerine gösterdiği umutsuz bir sadakatti.

Aries, karşısındaki adamın kararlı bakışlarından kaçınmadan, yavaşça bardağını başına dikerek içti.

Gözlerini kaçırmadan cevap verdi:

"Sen... kim olduğumu düşünüyorsun?"

Ascart, Aries'in bu sözleri üzerine içkileri bir kez daha doldurdu.

Yavaş ve töre vari bir hareketle, bir bardağı ona uzattı.

Sanki geçmişin ağırlığını, bu sade kupanın içinde taşıyordu.

"Saygıdeğer Kraliçemiz her zaman onurlu biri olmuştur," dedi Ascart.

Sesi geçmiş zamanların yorgun ağıtlarını taşıyordu.

"Onun ölümsüz olduğu, tanrılar tarafından kutsandığı anlatılırdı. Bin yıl boyunca Renoire Krallığı'na hükmetti. Hükmettiği o uzun çağda yalnızca iki çocuk doğurdu."

Aries'in gözlerinin derinliklerine baktı.

Elindeki bardaktan bir yudum aldıktan sonra sözlerine devam etti:

"İlk Prenses, Aria von Renoire...

Ve ikinci Prens, Aries von Renoire."

Ascart'ın yüzü karanlık bir hüzünle gölgelendi.

"Yirmi yıl önce, tüm Renoire hanedanı, imparatorluk tarafından katledildi. Kraliçemizle birlikte çocuklarının da ölümüyle bir çağ sona erdi.

Bir hanedanlık tarihten silindi."

Adam, baltanın sapını tutan elini yavaşça bıraktı.

Omuzları gevşedi, sırtı geriye yaslandı.

Derin bir iç çekişle devam etti:

"Ancak... bazı söylentiler dolanmaya başladı.

Çocukların ölmediği, bir yerlerde yaşadığına dair fısıltılar..."

Ascart'ın bakışları yeniden sertleşti.

Aries'in gözlerini delip geçiyordu sanki.

"Ben hiçbir zaman inanmadım," dedi.

"Yıkım gününden beri...

Biz, Renoire halkı, yalnızca Kraliçemize ve onun hanedanına sadık kaldık.

Ama hayatta kalanlara dair söylenenler... bana hep imparatorluğun yeni bir oyunu gibi gelmişti. Umutla avlamak için ortaya atılmış bir tuzak."

Ascart hafifçe doğruldu, bakışlarını sertleştirdi.

"Fakat şimdi karşımda, sadakat yemini ettiğimiz o kutsal soyun işaretlerini taşıyan biri var.

Güneyliler bilmezler bu tür şeyleri.

Onlar mor gözleri bir lanet zanneder ya da insan dışı bir işaret sanırlar.

Ama biz kuzeyliler biliriz.

Renoire'in dışında kalan diğer iki kuzey krallığında bile, herkes bilir ve saygı gösterir, mor gözlere."

Sözleri ateşin üzerindeki kıvılcımlar gibi patlıyordu şimdi.

"O yüzden, senden duymam gerekiyor evlat...

Lütfen.

Sen... kimsin?"

Aries, Ascart'ın ağır ama dürüst bakışları altında bir süre cevap vermeden durdu.

İkili arasında zaman, ateşin çıtırtıları arasında ağır ağır eriyordu.

Birbirlerinin gözlerinde, geçmişin ve geleceğin ağırlığını tartıyorlardı sanki.

Aries, derin bir nefes aldı.

Güneyde geçen uzun yılların ardından, bu toprakların insanlarını unutmuştu.

Hafızasının en derinlerinde kalan toprakların...

Buzla yoğrulmuş, sadakatle örülmüş damarlarını ihmal etmişti.

O hep, halkının tamamen katledildiğini sanmıştı.

Ancak şimdi...

Şimdi biliyordu.

Sadece Renoire şehri yakılmıştı.

Diğer şehirler, köyler... sağlam ve hayattaydı.

Ve bu insanlar, bunca zaman sonra bile hayatta kalarak, sadakatlerini korumuşlardı.

Bu gerçekle yüzleşmek, kalbinde beklenmedik bir rahatlama doğurdu.

Unutulmadığını bilmek...

Hanedanının hâlâ bir anı, bir umut taşıdığını görmek...

Onun yalnız olmadığını hissettirdi.

Ne zamandan beri yalnızca kendi omuzlarında taşıyordu bütün bu yükü?

Gerçek kimliğini gizlemeye hiç çalışmamıştı.

İsmini açıkça söylemiş, geçmişten kaçmamıştı.

Ama "Renoire" soyadını anmamıştı.

Buna gerek duymamıştı.

Çünkü kimse dikkat etmemişti.

Şimdi ise, birilerinin dikkat ettiğini, anlamaya başladığını fark ediyordu.

Söylentiler de bunu kanıtlıyordu.

Demek ki...

Gözleri ve ismi onu ele veriyordu.

Aries içini çekti.

İmparatorluğun, onun kimliğini biliyor olması kuvvetle muhtemeldi.

Ama kuzey halkları hâlâ habersizdi.

Ve belki de bu onların korunmasına yardımcı olmuştu.

Tanınmak...

Bu duygu kalbinde sıcak ve keskin bir istek gibi kabarıyordu.

Reyna yanıındaydı. Bu küçük kız, karanlığın ortasında onun ışığı olmuştu.

Ama yine de... Aries daha fazlasını istiyordu.

Bir halk.

Bir aile.

Dostlar.

Belki bir eş.

Ve bir gün...

Belki bir çocuk.

Çocuk yaşta elinden alınan her şeyi, yeniden kazanmayı istiyordu.

Bu bencillik miydi?

Bu bir hayal miydi?

Yoksa sadece, bir zamanlar bir çocuğun hak ettiği hayatı arzulamak mıydı?

Aries bakışlarını Ascart'a dikti.

Ve ilk kez, kalbinin derinliklerinde hafif bir umut tomurcuğunun filizlendiğini hissetti.

Bu umut, karanlıkta açan bir çiçekti.

Ve belki...

Onu geleceğe taşıyacak olan şey de bu küçücük, kırılgan ışıktı.

 

More Chapters